DUVAR – Selahattin Demirtaş ve Yiğit Bener’in, hiç yüz yüze gelmeden kaleme aldıkları ‘Arafta Düet’ geçtiğimiz günlerde okurla buluştu.
Demirtaş’ın yaklaşık 8 yıldır süren mahpusluğunda birçok kez ‘firar’ ettiğini biliyoruz. Bu ‘firar’ın adı kimi zaman ‘Seher’ oldu, kimi zamansa ‘Efsun’… Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasal atmosfer ve adaletin yerle bir olmasının sonucu olan firarlara bu kez Yiğit Bener eşlik etti ve ortaya dünyada bir ilk olan ‘Arafta Düet’ çıktı.
Biri cezaevinde, diğeri ‘dışarıda’ olan iki yazar tarafından kaleme alınan romanı bir Türkiye panoraması olarak okumak mümkün. ‘Arafta Düet’ birbirine zıt ideoloji ve hayallerle hayatı yorumlayan iki karakterin vicdan üzerinden yüzleşmesini ele alıyor.
Ana karakterleri, kurucu ideolojinin savunuculuğunu yeri gelince işkenceyle yeri gelince de bombayla yapan bir general ve 12 Eylül’ün yarattığı tahribat ve kıyımın ardından bir türlü dikiş tutturamayan devrimci olan ‘Arafta Düet’te kırılma noktası “kaybetme” duygusu üzerinden şekilleniyor. Adalet, hukuk, vicdan ve yüzleşme kavramlarının irdelendiği romanı Yiğit Bener’le konuştuk. Selahattin Demirtaş, malum sebeplerden dolayı söyleşiye eşlik edemedi. Ancak Bener son soruyu Demirtaş’a sordu. Yanıtı ise olası yeni bir firar girişiminde saklı…
Cezaevinden, özgürlüğe… Birbirini hiç görmeyen ve sadece yazı üzerinden iletişim kuran iki yazar olarak bu deneyim hakkında ne söylersiniz?
Cezaevi demişken, Selahattin Demirtaş’ın selamı var. O da söyleşimize katılmayı çok isterdi ancak Edirne’deki aşırı sıcaklardan ötürü hem ketılı hem de zaten olmayan interneti bozulmuş. Sorulara onun yerine de ben yanıt vereceğim mecburen ve bundan ötürü çok üzgünüm. Madem edebi firarda buluşup kitabı birlikte yazdık, söyleşilere, imza günlerine de birlikte katılabilmeliydik. O nedenle ben de sorunuza önce bir karşı soruyla yanıt vereyim: Selahattin Demirtaş gibi bir aydının, edebiyatçının hapiste ne işi var?
Ki aslında hapiste olan yalnızca bedeni çünkü zihni hep firarda… O sayede buluşabildik zaten. Sonuçta, ben kendi halinde bir edebiyatçıyım: Kürt hareketinin lideri siyasetçi “Selo Başkan”la ilişkim uzaktan bir sempati ve dayanışmayla sınırlıydı, bir de oy vermişliğim vardı, milyonlarca seçmeninden biriydim.
Gelgelelim, Selahattin Demirtaş bildiğimiz siyasetçilerden değil, onun çok ötesi: Hatta belki halkının onca derdi olmasaydı, halkının avukatlığını, sözcülüğünü üstlenmek zorunda kalmasaydı, ana uğraşı salt sanat ve edebiyat olurdu. Bizi asıl buluşturan da onun edebi metinleri oldu.
Edebiyatçılar ve edebiyatseverler zaten metinler üzerinden iletişim kurarlar, bizzat tanışmaları gerekmez. Hatta bu sayede çok önceden aramızdan ayrılmış yazarlarla bile aramızda ünsiyet kurulur, onların metinlerini okur, yorumlar, kendi yazılarımız için ilham alırız, o metinleri bir bakıma çoğaltırız. Bizim örneğimizde ilginç ve özgün boyut, bu etkileşimin çift taraflı olması ve ortak metin üretme aşamasına varabilmesiydi.
‘SONRAKİ BÖLÜMDE NE OLACAĞINI MERAK EDE EDE YAZDIK!’
Kitap hakkında yayımlanan yorumları ya da sorulan soruları gördükçe, bu kitabın asıl gücünün onu hiç karşılaşmadan yazmamızdan kaynaklandığı sonucuna vardım. Bunu söylerken, özel bir yazarlık marifeti sergilediğimizi vurgulamaya çalışıyor değilim; işin o kısmı, kalemi güçlü her yazarın üstesinden gelebileceği teknik bir mesele. Kastım şu: Bu kitabı bir araya gelip yazsaydık, büyük olasılıkla içeriği, kurgusu, karakterleri hakkında önceden konuşup mutabık kalarak yola çıkardık. Oysa biz bunların hiçbirini konuşmadık, kararlaştırmadık. Selahattin’in tabiriyle, satranç hamleleri yaparcasına diğer yazardan nasıl bir metin, nasıl bir olay görgüsü, ne tür karakterler geleceğini bilmeden, sonrasını tahmin etmeye çalışarak, ona göre konumlanarak ilerledik metinde. Romanı okuyanların çoğunun altını çizdiği sürükleyicilik öğesinin sırra sanırım burada: Biz de bir sonraki bölümde ne olacağını merak ede ede yazdık!
Üstelik baştan bir hedef koymadığımız için -yani metni yayınlayıp yayınlamama kararını dahi en sona bıraktığımız, ancak içimize sinecek bir sonuç çıkarsa yayınlarız dediğimiz için- yazım süreci bir bakıma aramızda bir edebi oyun olarak da gelişti. Yer yer diğerine pas attık, yeri geldi birbirimize tuzaklar kurduk, ötekini şaşırtacağım derken kendimiz de açmaza düştük, bu da akışı tümüyle öngörülemez kıldı sanırım. Düşünsenize: Romanın finalini bile bizler dahi ancak yazılınca keşfettik. Hatta, “Tüh ya, galiba roman burada bitti… Oysa ne güzel yazıyorduk işte, yoksa bitirmesek mi… Ama o zaman da metni zorlamış, yapaylaştırmış olmaz mıyız?” diye tartıştığımızı anımsıyorum.
Salt yazı üzerinden iletişim kurmak sanırım ikimize daha farklı, belki daha sahici diyeceğim bir açıdan da yakınlaştırdı. Sosyal ortamlardaki buluşmalarda yüzeyde kalmak, kaçamak davranmak, lafı gargaraya getirmek çok daha kolay. Oysa tek iletişim aracı yazı olunca, hem ötekini anlamak hem de kendi derdimizi anlatmak için olabildiğinde açık olmak zorundaydık, çünkü karşımızda satır arasını da okuyabilen, söylenmeyeni de gören bir yazar ve aydın olduğunu biliyorduk. Başka bir deyişle, ele aldığımız her konudaki gerçek düşüncemizi, duygumuzu dürüstçe ve dibine kadar deşmeseydik, birbirimize tümüyle açık olmasaydık, diplomasi falan yapsaydık, asla böylesine yakın bir iletişim kuramasaydık, hatta öyle olsaydı, bu yazı dostluğunu derinleştirme arzusunu da duymazdık: Birimizden birinin yazmaktan vazgeçmesi, ilişkiyi koparmaya yeterdi.
‘YAZI LEKE KALDIRMAZ’
Örneğin romanın ana konusu olmamakla birlikte ortak metnimizde de ister istemez azımsanmayacak bir yer tutan Kürt meselesini alalım: Selahattin Kürt, bense beyaz -hatta bembeyaz!- bir Türküm. Eğer bu farklı toplumsal kimliklerimiz anlaşmamızın, yakınlaşmamızın, bu konuyu romanda birlikte işlememizin önünde en ufak bir engel teşkil etseydi, yani Selahattin’in tabiriyle ben onun tüm kimliklerine içtenlikle saygı göstermeseydim, o beni egemenin temsilcisi olarak görseydi, omuz hizasından konuşup göz hizasından anlaşmasaydık, daha ikinci, üçüncü bölüme gelmeden bu projeden vazgeçerdik, ilişkimiz de yüzeysel bir nezaket mesafesine çekilirdi.
Yazı leke kaldırmaz, dolayısıyla eğer altını dolduramıyorsanız yazı dostluğunu ilerletemezsiniz. Oysa biz yazı temelli bu iletişimle sadece ortak bir roman yazmadık, birbirimizi görmeden, dokunmadan çok değerli bir dostluk inşa edebildik. Yazı candır.
‘İKİMİZİN DİLİNDE DE MİZAH VE İRONİ BELİRGİN BİR YER TUTUYOR’
Üslup, biçim, ele alınacak konular her yazar için öznel bir noktada durur. Siz nasıl ortaklaştınız? Yine üslup ve biçime nasıl karar verdiniz? Birbirinizi tabiri caizse durdurduğunuz ya da tıkandığınız anlar olduğunda nasıl bir yol izlediniz?
Yazar olarak anılmayı hak eden her edebiyatçının kendine özgü ve belirgin bir dili, üslubu vardır kuşkusuz. Bu anlamda, biz de metinde ortak bir dil / üslup tutturma zorlamasına girmeden, bildiğimiz gibi yazmanın daha doğal ve doğru olacağını düşündük; her ikimizin de tamamen özgür olması gerektiğine kanaat getirdik. Yani metni tümüyle akşına bırakmayı kararlaştırdık.
Öte yandan, her özgün metnin de kendi gereğini yazara dayatmak gibi bir özelliği olduğunu da söyleyebiliriz. Başka bir deyişle, kendi metninizi yazarken bile dilinizi ve üslubunuzu yazmakta olduğunuz metnin özelliklerine göre de şekillendirirsiniz, ona göre ince ayar yaparsınız. Burada iki anlatıcılı (ve iki yazarlı) bir kurgu söz konusu. Emekli generalin iç sesiyle avukatınki zaten bir olamazdı. Bu romanı tek yazar yazsaydı bile, her bir bölümü iki farklı sesle, iki farklı anlatım tarzıyla kaleme almak zorundaydı. Başka bir deyişle, bu romanda daha baştan iki ayrı ses, iki ayrı söyleyiş biçimi olması eşyanın tabiatı gereği: Ne de olsa bu bir düet. Daha sonra bu iki ses ortak bölümlerde buluşsalar da özgünlüklerini koruyacaklardı nasıl olsa. Başka bir deyişle, her birimizin ayrı birer karakter yarattığımızı ve onun dilini/üslubunu ayrı ayrı tayin ettiğimizi varsaysak dahi, o iki karakter aynı bölümde buluştuklarında, o yeni bölümü kim yazarsa yazsın, baştaki dilini ve üslubunu, yani o karakterin kendine özgü ifade biçimi korumak zorundaydı.
Bunun dışında, her ikimizi edebi üslubunda bazı ortak özellikler de vardı zaten: İkimizin dilinde de mizah, ironi belirgin bir yer tutuyor. İkimiz de metin akışında hızı seviyoruz, dolaylı anlatımla, okura göz kırpan imaları seviyoruz. Bunlar da ortaklaştırmayı kolaylaştıran bir unsur.
Dahası, yazı tekniğimiz -yani kurguyu, karakterleri, akışı aramızda önceden kararlaştırmadan, yani sonraki bölümde karşıdan ne geleceğini bilmeden yazmamız da üslup yakınlaşmasını doğuran bir etken oldu sanırım. Çünkü kendi hamlemizi yaparken, ötekine de oynayabileceği, hamlemize -isterse- karşılık verebileceği bir alan açıyorduk. İki anlatı arası köprü kurulmasını sağlayan uzantılar yaratıyorduk. Dolayısıyla demin dediğim gibi, bu metne özgü yazı tekniğimiz zihinlerimiz kadar üslubumuzu da yakınlaştırdı.
‘İNTİKAM, ADALET DEĞİL…’
Roman, bir Türkiye panoraması olarak okunabileceği gibi vicdan ve muktedirin mağdura dönüşme kavramlarını da ele alıyor. Özellikle muktedirin mağduriyeti ele alınırken, mağduriyetin öznelerini koruyan bir bakış açısı, siz değerli yazarların hayattaki duruşuyla bire bir örtüşüyor. Bu noktada karakteri yaratırken nelere dikkat ettiniz? Edebiyat üzerinden bir özeleştiri vermek mümkün mü?
Muktedirin mağduriyeti ya da mağdura dönüşmesi, tırnak içinde ve ihtiyatla kullanmamız gereken bir kavram bence. Antik Roma’da bir deyim varmış: “Kapitol (yani iktidarın merkezi) Tarpeian Kayası’na (yani hainlerin uçuruma atılıp idam edildikleri kayaya) yakındır.” Bizde de “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” diye benzer kavramı işleyen bir deyim vardır. Başka bir deyişle, iktidar kavramının tabiatı gereği, iktidara aday olanların, iktidar mücadelesine girişenlerin er ya da geç mağdur olma riskini de göze almaları gerek.
Özetle, muktedirlerin de işi zor vallahi! Şahsen ben onların yerinde olmak istemezdim: Zavallılar her an alaşağı edileceğiz korkusuyla yaşıyorlar ve korkunun ecele faydası yok, çünkü her muktedir eninde sonunda daha hırslı, daha becerikli ya da daha vahşi bir başka muktedir adayı tarafından tahtından, koltuğundan ediliyor.
Ülkemizin siyasi tarihi bunun sayısız örnekleriyle doludur. Fransızlar kral kellesi aldıysa, bizde de başbakan asıldı, daha başkaları hapse atıldı. Bürokrasi içinde de başarılı/başarısız her darbede ya da radikal iktidar değişiminde az kıyım yaşanmadı. İşin kötüsü, hiçbir muktedir halka karşı işlediği gerçek suçlar için asla yargılanmadı, hesap vermedi, özeleştiri yapmadı. Öyle olsa, mağduriyet değil, adaletin yerine gelmesi söz konusu olurdu. Yani muktedirlerin zaman zaman yaşadıkları mağduriyet, tıpkı onların da kendi muhaliflerine ya da halka uyguladıkları zulüm gibi, bahanelere, uyduruk sebeplere, kurmaca/düzmece mahkemelere, kumpaslara dayandı her zaman.
Bu anlamda, bizlerin benimseyebileceği bir adalet anlayışı bu zihniyetten alabildiğince uzak olmazsa, muktedirlerden bir farkımız kalır mı? Roman, bir dönemin muktedirin sonradan başına gelenleri de ele alırken, aslında adalet kavramını sorguluyor. İntikamın adalet olmadığını anlatmaya çalışıyor, intikamcı bir anlayışla asla barış gelemeyeceğini dile getiriyor.
Öte yandan, her iki yazarın da yaşam öykülerine ve şimdiye kadar yazdıkları çizdiklerine bakınca, elbette gerçek mağdurlardan, yani hiçbir zaman muktedir olamayanlardan, bu acımasız ve adaletsiz düzenin çarkında ezilenlerden, sömürülenlerden yana oldukları yeterince açık.
Selahattin’in bir başka söyleşide belirttiği gibi, bu romanda yapmaya çalıştığımız şey belki de o düşkün muktedir karakterine yediği haltlarla yüzleşerek özeleştiri yapması için alan açmaktır. Çünkü eğer işin sonunda intikamlar, kan davaları ve hiç bitmeyen savaşlar sarmalında hapsolmak istemiyorsak, gerçek ve kalkıcı bir barış gelsin istiyorsak, o yolları da göstermek, o kanalları da açmak zorundayız sanki…
‘BİZ TARİH YAZMAK, TARİHSEL SÜREÇLERİ ANLATMAK GİBİ BİR AMAÇLA YOLA ÇIKMADIK’
‘Arafta Düet’in Ayvaz’ı, Erdoğan iktidarında yenilmiş, 12 Eylül’le beraber gelen gücünü kaybetmiş ve Türkiye’nin eski yüzyılını temsil eden bir karakter. Bu boyutlarıyla düşündüğümüzde, Ayvaz’ın daha derinlemesine ele alınması tarihsel süreci anlamak adına kıymetli olurdu. Romandaysa, kendi haklılığı üzerinden bir yeniden var olma çabası içerisinde bir karakterle karşılaşıyoruz ve bu noktada yine kamuoyunun işaret ettiği, politik alandaki değişimi gerçekleştirecek gençler üzerindeki koruyucu tavrıyla okurla buluşuyor. 12 Eylül generalleri, gençleri katletmişken romanda gençleri koruyan bir karakter olarak ele alınması hakkında ne düşünüyorsunuz?
Şunu baştan belirtmeme izin verin: Biz tarih yazmak, tarihsel süreçleri anlatmak gibi bir amaçla yola çıkmadık. O konuda bir görüşümüz olmadığından değil, ama edebiyatçı olarak bizim işimizin bu olduğunu düşünmüyoruz. Öte yandan, Kobanê Davası’nda yaptığı savunmada Selahattin Demirtaş, siyasetçi kimliğiyle bu konuda bana sorarsanız dört dörtlük bir tarihi bakış açısı koydu ortaya. Beş yüz sayfayı bulan Demirtaş’ın savunması, Onurlu Yaşam Davası başlığı altında Dipnot Yayınları tarafından kitaplaştırıldı, hatta bu metni demirtasinfo.com sitesinden ücretsiz olarak da okumak mümkün.
Bu roman özeline dönersek, bizim burada tarih yazma ya da tüm tarihi süreçleri eksiksiz anlatma gibi bir iddiamız yok. Roman karakterlerimizin kendi türlerinin “tipik temsilcileri” olduğunu da iddia etmiyoruz. (Bunun bir “zorunluluk” olduğunu savunan bir edebi eleştiri kuramı vardı bir zamanlar… ama bence bu anlayış hiçbir zaman yazarlar tarafından benimsenmedi.)
Biz bir kurgu kaleme aldık. Evet, bu kurguda iki anlatıcı var, biri emekli general diğeri eski solcu bir emekli avukat… Ama bu iki temel karakterin ana özelliği siyasi kimlikleri değil bana sorarsanız. (Sanırım Selahattin yanımızda olsaydı o da aynı görüşte olduğunu teyit ederdi.) Bu iki karakteri bu romanda birleştiren ana unsur, yaşadıkları “yenilgi duygusu” ve bu duygu siyasi alanla sınırlı değil: Yaşamın tümüne yayılmış bir yenilgi duygusu, anlam yitimi, bugüne kadar savundukları (farklı) değerlerin bugünün dünyasında bir bakıma tedavülden kalktığını fark etmenin acı yenilgisi.
Ana anlatıcılar farklı olsalardı bile -örneğin birisi bir zamanların anlı şanlı ama bugünün döküntü bir tıp fakültesi hastanesinin emekli başhekimi, diğeri de aynı yaşlarda ve gençliğinde hayal ettiği büyük rolleri asla oynayamamış başarısız bir tiyatro sanatçısı olsaydı da benzer bir yüzleşme yaşayacaklardı.
General karakterine gelince, tahmin edebileceğiniz gibi bu karakter her ikimize de bir hayli uzak, yabancı bir karakter. Öte yandan, her ne kadar aynı kurumda benzer türde ve katı disiplinli, tam bir doktriner eğitimden geçiyorlarsa da (yani aynı tornadan çıksalar bile) her general bir midir? Kişilik özellikleri, hatta siyasi tercihleri ya da kendi yaşamları konusunda yaptıkları bireysel bilançolar hiç mi farklılık göstermez?
‘GRİNİN BİLE NİCE TONU YOK MUDUR?’
Dar anlamda siyasi gözlüklerle bakarsanız, ordu bir kurumdur ve o kurum karşısında o anki tekil muhatabınızın kim olduğundan belki de fazla etkilenmeyen ilkesel ve toptan bir tutum takınırsınız. Bu tamam. Oysa edebiyatçı daha farklı, belki de 360 derce bir açıdan konuyu ele alır, yani o general karakterini bir birey olarak ortaya koyar, her insan gibi onu da biricik yapan bireysel özelliklerini irdeler.
Kaldı ki, yakın tarihimizde söz ve eylemleriyle öne çıkmış nice generalin çok farklı yerlerde durabildiklerini görmedik mi? Aynı muhtıraya imza attıkları halde, bir Muhsin Batur’la Memduh Tağmaç’ın kişilik özelliklerinin ya da siyasi görüşlerinin tıpa tıp aynı olduğunu öne sürebilir miyiz?
Siyasi bir suikast kurbanı olduğu iddia edilen Eşref Bitlis’le Doğan Güreş aynı karakter midir? Emekli oramiral Atila Kıyat da tıpkı roman kahramanı Ayvaz Dere gibi hem darbe mantığını ve “zorunluluğunu” savunup hem de o dönemin solcu gençlerine haksızlık yapıldığını dile getirmedi mi?
Başka bir deyişle, gerçek hayat da -tıpkı romanlar gibi- siyah ve beyaz renklerden ibaret değildir. Grinin bile nice tonu yok mudur?
Gerçek hayatta da insanlar çok çelişkili davranışlar sergileyebiliyorlar: Örneği tıpkı işkenceci generaller gibi, birçok baba da çocuklarını işkenceye varan fizik ve psikolojik şiddet uygulamıyor mu? Ve bunu “çocuğunun iyiliği için” yaptıklarını söylemiyorlar mı? Kadınlara yine işkenceye varan şiddet uygulayanların, aşağılayanların, hakaretler yağdıranların, hatta onları öldürenlerin de çoğu hemen o gece koyunlarına girebilen kocaları, sevgilileri, ya da ardından aynı sofraya oturup yemek yiyebilen, kendine hizmet ettiren babaları, kardeşleri ve oğulları değil mi? Şiddetle ve şiddetin en korkuncuyla sandığımız çok daha fazla iç içe yaşamıyor muyuz?
‘ANORMAL OLAN SELAHATTİN DEMİRTAŞ’IN CEZAEVİNDE OLMASI…’
12 Eylül mağduru Sinan karakteri üzerinden çizilen portre darbe sonrası halkta sirayet eden ruh haliyle bire bir örtüşüyor fakat bu noktada yine dayanışma ve yoldaşlık hukukunun karakter üzerindeki iyileştirici gücünü görüyoruz. Bugün Selahattin Demirtaş cezaevinde, siz dışarıdasınız. Bu dayanışma aynı zamanda tarihsel bir noktaya da temas ediyor. Dayanışma ve edebiyat yaşatır mı?
Dayanışma olmadan insan türü bugüne kadar sağ kalamazdı olamazdı, bundan sonra da varlığını sürdüremez bence.
İlk çağları düşünelim: Toplanan meyveler, avlanan avlar paylaşılmasa, etobur hayvanlara yem olmamak ya da soğuktan donmamak için insanlar mağaralarda birbirine sokulmasa hangisi sağ kalabilirdi? İnsan doğası yardımlaşmayı ve dayanışmayı gerektirir, çünkü insan ancak toplum içinde var olabilir.
Edebiyat ise (ya da genel anlamda sanat) en ilksel biçimi olan mağara resimlerinden beri işte bu ortaklaşa varoluşu, toplumu anlatır. Toplum gelişip karmaşıklaştıkça, toplum içindeki fertlerin bireysel özellikleri ve hikayeleri çeşitlendikçe, önce sözlü sonra da yazılı edebiyat bu farklılığı, çeşitliliği türlü türlü zengin yöntemle anlatmaya koyulmuştur.
Anormal olan, içinde yaşadığımız ve “her koyunun kendi bacağından asıldığı,” her tür insani değeri yok eden, paradan başka değer tanımayan, dayanışmanın yerine rekabeti ve savaşı koyan paragöz ve ölümcül düzendir. Yani insanları doğalarına aykırı biçimde dayanışmadan uzak yaşamaya, hissetmeye, davranmaya adeta zorlayan bu düzendir anormal olan.
Daha farklı biçimde ifade etmek gerekirse, bu bizim özelimiz için de geçerlidir. Yiğit Bener eğer Selahattin Demirtaş’la dayanışma içinde olmasaydı kendi varoluşuna ihanet etmiş olurdu. Anormal olan bu dayanışma değil, Selahattin Demirtaş gibi bir değerin hapiste olması. “Normal” bir toplum (hatta normal bir “devlet aklı”) onun hapse atılmasına ve sekiz yıldır orada tutulmasına asla razı olmaz, tam tersine onun düşüncelerinden ve hapisteyken bile toplumdan esirgemediği katkılarından azami düzeyde faydalanabilmek için ne gerekiyorsa yapar.
Edebiyat ise, Selahattin Demirtaş özelinde çok güçlü bir yaşam enerjisi belli ki: Selahattin, engin düş gücü ve edebiyat sayesinde sürekli hapisten firar ediyor. Düzen sekiz yıldır onu sadece bedenini içeride tutuyor, aklını, düşlerini, entelektüel üretimini bir saniye bile hapiste tutamamış besbelli.
Benim tek yaptığım, bu edebi firarda ona eşlik etmek. Ama sanmayasınız ki bu dayanışma tek yönlü: Selahattin de beni zaman zaman açık hava hapishanesine dönüşen bu düzenden firar ettiriyor, o da bana bambaşka ufuklar açıyor, düşlerimizi ortaklaştırarak birbirimizi zenginleştiriyoruz.
‘BİRLEŞTİRİCİ UNSUR ORTAK VİCDAN ARAYIŞI…’
Her romanın irdelediği bir tema vardır. Burada da adalet kavramını görüyoruz. Edebiyat, adalet kavramının neresinde duruyor? Yazı, bir bilinçlenme midir yoksa tarihe iz düşen güçlü bir sanat mıdır?
Adalet arayışı ve adaletin özünü sorgulama bu romanın en güçlü temalarından biri, doğru. Çifte standart temeline dayanmayan herkese eşit dağıtılan, hak olarak sağlanan ve ilke olarak benimsenen bir adalet… Birleştirici unsur olarak da ortak vicdan arayışı…
Ama bir o kadar güçlü bir diğer tema da demin sözünü ettiğiniz dayanışma… Sadece dostların değil, birbirini düşman olarak görenlerin bile belli koşullarda bir tür dayanışma sergileyebilmesi… Bunu en çok da doğal afetlerde görmez miyiz? Örneğin depremlerde… Göçükten çıkarmaya çalıştığınız kişinin kim olduğuna bakmayan bir dayanışma… Ve ayrımcılık yapıldığında vicdanların isyan edişi…
Roman, ucu açık bitiyor. Okurun keyfini kaçırmamak adına detaylandırmıyorum. Gelecekte devam romanlarını okuyacak mıyız? Masanızda neler var?
Açık söylemek gerekirse, bu romanı o son cümlede bitirip bitirmeme konusunda ikimiz de çok tereddüt ettik, çünkü birlikte yazmaktan çok mutluyduk. Yani sadece birlikte çalışmaktan duyduğumuz memnuniyeti öne çıkarsaydık, devamını getirmekte çok da zorluk çekmezdik sanırım. Gelgelelim, edebi mantık açısından bu zorlama olurdu ve ikimiz de bunu yapmayacak kadar edebiyatı ciddiye alıyoruz.
Yoksa ikimizin de düş gücü ve kalemi, romanı bittiği yerden devam ettirip gerekirse on sezonluk bir diziye çevirmeyi başarabilirdi sanırım. Eğer bu bir başarıysa tabii… Dizlerde de öyle olmuyor mu? Hoş bir fikir yakalayan bunu çeke sündüre bıktırıncaya kadar sürdürmeye kalkıyor, çünkü ne kadar uzarsa o kadar para kazanılacak. Oysa tadında bırakmasını bilmek gerek.
Bırakalım da romanın devamını okur kendi düş gücüyle getirsin. Yazarlar da daha farklı buluşlar yapsınlar, yeni projeler geliştirsinler… Değil mi Selahattin?